ALTERNATİF SONSÖZ*;
- salihturkoglu1
- 28 Eki
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Eki
ALTERNATİF SONSÖZ*;
“Bir İntihal Biçimi, Hiç de Faça Vermeden!”
*Bu metnin “italik” olan aynı zamanda da mor renkli karakterlerle yazılmış olan kısmı bu kitabın ilk sonsözüdür. Başlığı, “Olası İkinci Kitaba Önsöz ya da Bu Kitaba Sonsöz” olarak tasarlanmıştır. Editör uyarısı (ciddi bir karşı çıkış) olunca yazar bunu değiştirmeye karar verip açıklama getirmek istemiş, Ferhan Şensoy’un şiirinden bir kesit bulunan ikinci metni (yeşil tonlara sahip) başlangıçtaki bölüme ekleyerek yeni bir sonsöz tasarlamış, bundan da daha sonra vazgeçmiştir. Yeni metindeki “bir intihal biçimi…” diye başlayan alt başlık aslında buradan kalma bir sekeldir ve kitabın asıl sonsözünde de yer almaktadır. Yazar aşağıdaki metinlerin tamamı boyunca “çevir kazı yanmasın” dediğimiz şeyi gerçekleştirmiş olabilir. Takdir okuyucunundur.
“Kahramanım Ali oğlu Salih Türkoğlu’nun hayat hikâyesine başlarken duraksıyorum biraz. Nedeni de şu: Salih Türkoğlu’yu kahraman olarak alırken, onun hiç de büyük bir adam olmadığını pekâlâ biliyorum. Bu yüzden, “Salih Türkoğlu’nuzu ne gibi özelliklerinden dolayı kahraman seçtiniz?”, “Neler yapmış bu adam; nerede, nesiyle ün kazanmış?”, “Ben bir okur olarak, onun hayatıyla ilgili bir sürü olay konusunda kafa patlatıp ne diye vakit öldüreyim?” gibi sorularla karşılaşacağım muhakkak. En zorlusu da şu son soru… Çünkü bu soruyu ancak, “Bunu, romanı okuyunca anlarsınız!” diye yanıtlayabilirim, ama ya romanı bitirdikten sonra da, Salih Türkoğlu’mda ne özellikler olduğunu görmez, kabul etmek istemezlerse? Üstelik bunun böyle olacağını şimdiden, üzülerek kestirebiliyorum. Bence bu adamda bazı özellikler var, ama bunu okurlara kanıtlayıp kanıtlayamayacağımdan pek emin değilim. Aslında belki de epeyce etkin olmasına karşın, yetenekleri gizli, karanlıkta kalmış bir adamdır. Kaldı ki, zamanımızda insanlardan açıklık beklemek de tuhaftır ya… Yalnız, onun tuhaf, hatta garip bir adam oluşunun su götürür yanı yoktur. Ama tuhaflık ve gariplik, bir adamın özelliklerini bir araya toplayıp karmaşanın bütününden bir anlam çıkarmakta, insana yarardan çok zarar verir. Garip adamın çoğu zaman birtakım özellikleri ve apayrı halleri vardır, değil mi? Ama siz şu son görüşümü kabul etmez de, “Hayır, öyle değil,” ya da “Her zaman öyle değil,” derseniz, o zaman ben de kahramanım Salih Türkoğlu’nun önemi üzerine bir umut uyanır. Çünkü, garip adamın varlığı “her zaman” özelliklerle, başkalıklarla dolu değildir. Tam tersine, kimi zaman bir bütünün özüdür o; çağdaşlarının hepsi, her nasılsa, geçici bir rüzgârın etkisiyle ondan sıyrılıvermişlerdir sanki. Gerçi bu ilgi çekici yanı olmayan, bulanık açıklamalara girişmeden, önsöz falan da yazmadan dosdoğru başlayabilirdim: Beğenen de olurdu; yine okunurdu. Ama işin kötüsü, bir hayat hikâyesinden iki roman çıkardım ben. Asıl roman ikincisi; kahramanımın zamanımızdaki, yani şu yazdığımız andaki hayatını anlatıyor. Birinci romandaysa, otuz beş yıl öncesinin olaylarından söz ediliyor; hatta bu, tam anlamıyla bir roman değil de, kahramanımın ilk gençliğinin belli bir dönemidir yalnızca. Birinci romanı yazmasam olmazdı; onsuz ikinci romanın pek çok bölümü karanlıkta kalırdı. Bu da başta sözünü ettiğim güçlüğü bir kat daha arttırıyor: Ben kendim, yani yazar, böyle alçakgönüllü, silik bir kahraman için bir romanı bile çok bulurken iki romanla ortaya çıkarsam, bu küstahlığımı nasıl açıklayabilirim? Çözümünü bulmakta güçlük çektiğim bu sorunları öylece bırakıyorum. Hiç kuşkusuz, okurumuz baştan beri lafı ağzımda gevelediğimi fark etmiştir, gevezeliğimle değerli zamanına kıyışıma kızıp duruyordur. Ama benim yanıtım hazır: Bunu ilkin inceliğimden, ikinci olarak da kurnazlığımdan yaptım. Hani “Baştan beri haber verdim ya!” demek ister gibiyim. Gene de “esaslı bir bütünlüğe” sahip olduğu halde, romanımın kendiliğinden iki hikâyeye bölünmesine seviniyorum. Birinci kitabı okuyan, öbürünü okuyup okumamaya kendisi karar verecektir. Elbette, bir kimseyi bir şeye zorlamak olanaksızdır; kitap, ilk hikâyenin birinci sayfasında, bir daha açılmamak üzere bırakılabilir. Bununla birlikte, yansız kanılarında yanılgıya düşmemek için eseri sonuna kadar okumak isteyen ince okurlar da vardır; sözgelimi, bütün Türk eleştirmenler böyledir. Onları hatırlayınca insanın içi ferahlıyor. Gene de, düzen severliklerini, titizliklerini bildiğim halde, romanımı ilk hikâyesinde bırakmalarını en doğal hakları sayıyorum. Önsözüm bu kadar. Bunun tam anlamıyla bir fazlalık olduğunu kabul ediyorum, ama bir kere yazdığımıza göre kalsın bari…
Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”e yazdığı önsözünü İşbank Yayınlarından çıkan Nihal Yalaza Taluy’un çevirisinden aldım. Küçük bir manipülasyon yaptım, sanki bu kitaba gerçek bir sonsözmüş gibi oldu. Aleksey Fyodoroviç olarak geçen az sayıda yere “kendimi” koydum… Bir de “Rus”, yerine, “Türk” ve “13 yıl”, yerine, “35 yıl” yazdım iki farklı yerde.
Bu yaptığım bir intihal değil (bkz sözlük), yine de Ferhan Şensoy’un “Beyoğlunda Gezerim” şiirindeki bir mısradan esinlenerek “bir intihal biçimi” de yazdım başlığa. Hem Ferhan abiyi hem de o güzel şiirini bir kez daha anmaya vesile oldu bu. Orada şöyle diyor:
“…
balo sokağa sızarım
hiç kimseyi üzmeden
bir intihaR biçimi
hiç de faça vermeden
beyoğlu'nda gezerim
burada geçmiş hayatım
şişe aç be sezai
Burada bitsin hayatım”.
Birinci kitap burada bitsin…”
Demiştim…
Şöyle bir kaygıma da iyi gelmişti böyle yazmak.
Dostoyevski’nin kahramanı, Aleksey Fyodoroviç (Baba Karamazov) pek makbul bir insan değil... Burada kitap ile ilgili gereksiz ipucu vermiş olmayayım ama, aslında berbat biri Aleksey Fyodoroviç!
Onun geçtiği yerlere kendimi koymak da ne demek oluyor öyleyse?
Ne demek istiyorum? “Salih Türkoğlu ne demek istemekte, ne yapmaya çalışmaktadır?” D. Bahçeli’nin dili ile ifade etmeye çalışırsak…
Bir dakika, acele etmeyin! Öncelikle, bir (nevi) biyografi1, anı (deneme?) kitabı ile yola çıkan bir insanın başlangıç motivasyonu ve sonrasında da işin geldiği noktayı vurgulamak istiyorum aslında.
Baştan usulca (yumuşacık, çaktırmadan), havadan sudan girilse de bu kitapta olduğu gibi, işin dozu giderek artıyor, “kendini” anlata anlata bitiremiyorsun ve artık olay o kadar belirgin bir hale geliyor ki içten içe bunu kendine itiraf da ediyorsun: “amma da kendimi anlattım yahu!”; yazanda oluşan his de, işin gerçeği de bu bence! Üstüne üstlük, “hem de o kadar da kötü anlatmadım!”
Otobiyografi yazan birçok kişide (kendi öyküsünü yazmış olan yakın arkadaşlarım arasında ve elime geçen başka benzeri kitaplarda da -son dönem 3 tanesi elime geçti, SV, TK, ŞE) hissettiğim şey şu benim: “Ben o kadar da kötü biri değilim bakın!” Hatta, “Bayağı iyiyim”, ya da “Hatalarım olsa da yanlışlar da yapmış olsam bir sürü iyi özelliğim var bakın! Ne kadar zeki ve çalışkanım mesela anlamadınız mı? Bir şeyleri itiraf da etmiş olsam bunu yapabiliyorum ben! Ya siz? Ben farklıyım işte anlayın!” Benzeri şeyler…
“Bakın ne kadar önemli kişilerle neler yaşadım?
Kabul edin, farklıyım ben! Faarrklııyıımmmm!”
Bunu bu kadar fark ederek yapmıyorsunuz, gelinen noktada bu çıkıyor anlam olarak bence…
İşte, Dostoyevski’den “sonsöz” alırken ve bu manipülasyonu yapınca, kendime rahatça “garip ve tuhaf adam” demiş oldum bir nevi. O kadar böbürlenmeyi biraz “nötralize” ettim gibi hissettim (Anlık, geçici, aldatıcı, biliyorum ama olsun…). Bir mesaj verdiğimi düşündüm hem de bunu dünyanın en güçlü satırlarıyla yapmış oldum ve iyi hissettim, içime sindi bir şekilde. Bu yüzden de yaptığım bu kurguyu, çarpıtmayı çöpe atamadım. Buraya da olsa koymaya karar verdim. Kitaptaki güncel sonsözde bu açıdan kendimi bağladım zaten… Bunu buraya koymak zorundaydım artık!
Dostoyevski tabii ki bir roman kahramanından bahsediyor ve onun cümlelerinin satır aralarında muhtemelen bambaşka şeyler var. Benim bozduğum halindeki olay ise şu: Bunun ünlü bir yazarın romanına girişi olduğunu söylemesem pekâlâ bunu benim yazmış olabileceğimi düşünmemeniz için pek bir neden yok! Benim amatör editörlerim Sutude ve Mine’ye yaptığım da buydu. Onlar ben yazdım sandılar önce, doğal olarak ve “vay be!” dediler, şaşkınlıkla (ama gerçeği öğrenince de “yuh, amma yapmışsın, bu ne ya?”). Kitabın sonsözünde, siz de okuyunca şaşıracaksınız, dediğim şey…
Konudan uzaklaşmayalım... İstediği kadar kendine “garip ve tuhaf adam” yakıştırması yapsın yazarın kurtulamadığı bir şey var işte, bunu aslında böyle hissetmemek! Öyle düşünüyorum ben.
Üstelik bu yazdıklarımda da sonsuz bir döngü var; öyle olduğunu bilmem siz de anlamış oldunuz mu? Tatmin edilmesi gereken bir ego var gibi ve artık ne yazarsanız yazın, her yazılan şey ona hizmet ediyor; sonu yok bunun… Fasit daire; kısır döngü2
Şöyle bitireyim; hem alanımızın (Mikrobiyoloji) bir üstadında (SV) gördüm bunu hem de çok saygı duyduğum bir abimde (ZA; anladınız değil mi? GSL’li); birisi kitabının sonsözünde demiş ki, ben bu kitabı çocuklarım ve torunlarım için yazdım! Diğeri de, GSL’li abim, bence buna çok yakın bir amaç için yazmış ama, sordum kendisine, öyle olmadığını söyledi; bence bayağı öyle (yapma abi yeme bizi!). Söz ettiğim bu iki kitap da son derece mütevazı3 yazılmışlar ama şöyle bir işlevleri olmuş, o kesin bence: Tarihe güzelce not düşmüşler, iyi ki yapmışlar bunu… Buraya nasıl geldim? Ben de bu notu düşmek istedim. Bazı şeylerin benimle sonsuza gömülmesini istemedim. Ha, çok mu önemli bunlar? Ona siz karar verin. Bir de insanın en yakın çevresine kendini bir kitapta anlatması diye de bir şey var gerçekten. İstanbul gibi büyük bir şehrin ve Türkiye gibi bir memleketin karmaşasında yaşarken yığınla şeyi ıskalıyoruz. Psikolojik, manevi şeylerden değil, dümdüz yaşadığımız, gündelik şeylerden bahsediyorum. Kimin ne yaptığını ne yaşadığını bilmiyoruz aslında, çok yakınımızda da olsalar! Çoğumuz bir sürü şeye yetemedik, yetişemedik, olmadı, eksik kaldı.
Bir de, arada, benimki gibi, “majör” bir kaza yaşadığınızı düşünün! Kim bilir neler neler ıskalandı! Yakınlarımın gözünden bakınca mesela, bir köşede, sessiz sedasız hep bir şeylerle uğraşıyor, bir şeylere koşturuyor göründüm. Onlar da bana öyle tabii… “Birbirimize eksik kaldık”
Belki benim biraz daha fazla sözüm olabilirdi anlatacak ve anlattım işte; durum bundan ibaret…
Salih Türkoğlu
Kaş. Ekim 2025
1- Bu kitap tam bir biyografi sayılmaz. Belki biraz “anlatı” biraz “anı”…
2- İstemeyen okumasın, buraya klikleyen kişilerin bu kaderi kabullendiklerini düşünerek uzunca bir dipnot eklemek istiyorum buraya. Kısa olması mümkün değil, şimdi alıntı yapacağım kitabın ismine bakın: “Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer”. Thomas Cathcart ve Daniel Klein’ın, Algan Sezgintüredi’nin “bence” muhteşem çevirisi ile çıkmış kitaplarının sunuşunda “Felsefede Sonsuz Gerileme” kavramını şöyle anlatıyorlar (ben felsefeci değilim, onlar öyleler, benim “fasit daire” falan diye anlattığım şey bu bir nevi ama çok komik), okumamış olanlar için:
DİMİTRİ: Dünya’yı Atlas taşıyorsa, Atlas’ı ne taşıyor?
TASSO: Kaplumbağa.
DİMİTRİ: İyi de kaplumbağa neyin üstünde duruyor peki?
TASSO: Bir diğer kaplumbağanın.
DİMİTRİ: Peki, o kaplumbağa neyin üstünde?
TASSO: Sevgili Dimitri, ondan sonrası ta dibine kadar hep kaplumbağa işte!
3- dipnotsuz yapamıyorum. “Mütevazı” deyince, Charles Dickens’ın, bir nevi otobiyografik romanı (öyle sanıyorum) olan David Copperfiled’daki “Uriah Heep” karakteri aklıma geldi. Bu kişi roman boyunca -her konuştuğunda- kendisini “mutavazı” olarak sunmaktadır (orijinal kitapta yazarın Humble olan kelimeyi roman karakterine “umble” dedirtmesini çeviren bize böyle yansıtmış, belirteyim, yani Türkçe yazım hatası değil yaptığım) ama berbat birisidir; o kadar güzel özellikleri olan, nazik, ince, kibar ve efendi ötesi bir adam olan roman kahramanından tokat yiyecek kadar kötü birisi…
Kitabımda bir yerde kendimle ilgili kullandığım cümle ile ifade edeyim:
“o kadar düşük olmadım ben, o kesin!”

Yorumlar